Beni etkileyen hikayelerin olduğu bu kişisel gelişim kitabında, yine Ahmet Şerif İZGÖREN’in bazı yazdıklarını sizinle paylaşacağım ve yorumlayacağım.
İş Kalitesi
Gördüğüm en baba iş kalitesi vakasını anlatıyorum.
Kızılay’dan dolmuşa bindim. En arkadayım, bozuk yok, elli lira uzattım öndekine. Ne yaparsın? Parayı alıp, duygusuzca bir öndekine verirsin ya; bu aldı, güneşe tuttu parayı, baktı biraz, döndü bana:
“Gerçek” dedi.
Bak iş ciddiyetine. Para uzatıcılık nasıl olur? Önce sen değil yanındaki uzatsın diye duymazlığa gelirsin, sonra omuza şaplağı yiyince bir şey söylemeden bir öndekine verirsin. Bu, kalite kontrol yapıp dolmuşçunun hakkını, hukukunu koruyor. Bununla da bitmedi, iki dakika sonra üstü gelmeyince, ben eziğinin sesi çıkmadığından bu gürledi:
“Patron, 50’den bir kişi gelmedi hala!”
Para buna geldi. Aldı parayı şak şak şak saydı, döndü bana:
“Üstü tamam” dedi.
Bak yemin ediyorum fabrikam, üretim tesisim olsa isterse okuma yazma bilmesin, alırım işe, kalite kontrol müdürü yaparım. Tek yanlış ürün olmaz.
Bana eğitimi yok, kalite eğitimi almalı falan demeyin. O almış eğitimini, amirlerinden görmüş sıkı kurs, Kal-Der Başkanı o gönlümde benim. Ben hayatımda saymadım para üstünü, o benim paramı sayıyor.
Lorem ipsum
Dürüstlük
İzgören Akademi’ye bir toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimali var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor, ben dinliyorum. Tam iş yerinin önüne geldik, Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki 9.75 tuttu, ben 10 lira uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Bu, para üstü var mı diye aranmaya başladı.
“Üstü kalsın kardeşim.” dedim.
Döndü bana doğru:
“Vaktin var mı ağabey?” dedi.
“Evet” dedim (benim tek ayak dışarıda).
Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana yirmi beş kuruş uzattı, belli ki para bozdurmuş.
“Birader” dedim, “9.75 değil, 10.50 yazsa ister miydin elli kuruşu benden?”
“Ne alacağım ağabey elli kuruşu.”
“Peki, niye gittin yirmi beş kuruş için o kadar uğraştın, ‘Üstü kalsın’ demiştim.”
Döndü bana, attı kolunu arkaya:
“Vaktin var mı ağabey?”
“Var”
“Çek kapıyı o zaman.”
Muhabbetçi bir taksiciyle karşı karşıyayız.
Beş dakika konuştuk. İngiltere’de profesöründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin beş dakikada öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
“Ağabey, biz Keçiören’de beş kardeşiz. Babam ameleydi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize ‘Durun kalkmayın.’ derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.”
“Aha” dedim, “Bizim meslekten, seminerci.”
“Ne anlatırdı baban?”
“Hayatta nasıl başarılı olunacağını.”
Hakiki, dövme Keçiören Anthony Robbins Sharma’sı bir nevi.
Şoför de ben de gülümsedik.
O gün inşaat için çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
“Babam sabah işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonunun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp ‘Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın.” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, ‘Babanızla alay etmeyin.O, hem dürüst hem de çalışkandır.’ derdi. Yan evde iki kardeş vardı, onların babası zengindi. Babaları birahane işletiyordu, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiçbir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullanırdık. O amca mahalleden geçerken biz beş kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve girince ayağa kalkmazdık, çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey, biz babayı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa beş katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musun?”
“Ne bıraktı?”
“Bakkal veresiyesi ve konuşmaları bıraktı: ‘Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın…’ falan filan. Ağabey, aradan on beş yıl geçti, diğer iki kardeş kumarda yediler tüm parayı, şimdi cezaevindeler, ne ev kaldı, ne birahane. Tüm aile dağıldı gitti. Biz beş kardeş, beşimizin Keçiören’de taksi durağında birer taksisi var. Hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki: ‘Asıl mirası bizim baba bırakmış’. O gün hepimiz ağladık. Beş kardeş de taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.”
Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:
“Dur ağabey, asıl bomba şimdi.”
“Nedir bomba?”
“Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu beş katlı apartmanı biz aldık. Beş kardeş orada oturuyoruz.”
Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.
Lorem ipsum
Sigorta Şirketi
Bir yabancı işadamı gelmiş Türkiye’ye, pazar araştırması yapıyorlar. İş adamı sormuş kendini gezdiren mihmandara:
Mihmandar: Konukçu. Şimdinin “Müşteri Temsilcisi”
“Gezdiğimiz bütün dükkanlarda bir firmanın logosu var, ne iş yapıyor o şirket?”
“Bi gösterir misin?”
Girmişler bir dükkana, göstermiş Avrupalı yazıyı. Kocaman ‘MAŞALLAH’ yazıyor.
“İşte bu şirket.”
Mihmandar düşünmüş düşünmüş, cevaplamış:
“Türkiye’nin en büyük sigorta şirketi.”
Lorem ipsum
Emek
Ben ilk girişimcilik dersimi anneanne-babaanne ikilisinden aldım.
…
İlk sürtüşmeleri benim yüzümden olmuştur.Nasıl mı?
Hikayeye bakın şimdi, süper.
Yaz tatili, 6-7 yaşlarındayım. 1972 diyelim, o zamanlar Türkiye müthiş gelişmiş. Nereden biliyorum? Tatil köyü diye bir şey yok, ama tatil kasabası var: Demirci.
Benim hem anne, hem baba tarafım Demircili. Yaz tatillerinde bizi Demirci’ye götürüyorlar; açık büfe, her türlü içecek dahil, “all inclusive”! Akrabalarda her türlü animasyon gani, süper güler yüz, 0-80 yaş çocuk ücretsiz. Ne ararsan var.
Bir iki hafta geçti, anneannem:
“Şerif, hayatta en çok ne istiyorsun?”
“Bisiklet” dedim. Belki alır diye de içimden geçirdim.
“Kolay o.”
“Nasıl anneanne?”
“Ben sana bir dua öğreteceğim, Fatiha.”
“?”
“Onu oku, Allah’a ne istiyorsan söyle, senin iş olur.”
Ben sadece yutkunabildim. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Düşünsenize şişedeki cini ümüğünden ele geçirmişsiniz, sadece bisiklet değil ne istersen verir artık.
Salona girdim. … Anneannem söyledi, ben konsantre meyve suyu gibi dikkatle tekrarladım. Öğrendim.
“Oku bakalım, iste isteyeceğini.”
“Arada duvar olmasın anneanne.” deyip fırladım odadan.
Hemen solumdaki mutfakta bulunan tel dolaptaki vişne reçelinin önünde mola bile vermeden geçtim, zorlanarak açtım balkonu, demir parmaklıklara dayandım, koruklara sarkmadan kaldırdım küçük yumuk ellerimi yukarı, diktim gözlerimi gökyüzüne:
“Allah’ım, bu vitesli Belde Pololar var ya, onlardan lazım bir tane, bal rengi.” dedim ve çaktım Fatiha’yı. Akşam babamı bekliyorum, geldi.
“Baba bana bir şey aldın mı?”
“Yoo…”
“Hiç mi bir şey almadın?”
“Yoo…”
“Allah Allah!”
Hızla mutfağa bir koşu.
“Anneanne bisiklet falan yok.”
“Kaç Fatiha okudun sen?”
“Bir.”
“Bir taneyle olur mu hiç? Yatarken yedi tane oku!”
Bu sefer daha gergin bir diyalog oldu:
“Allah’ım o bisiklet işi vardı ya, hani göndermedin altı Fatiha için. Belde Polo olacak, vitesli, bal rengi…”
Ben yatarken yedi+bir okudum risk falan olmasın diye, yine bisiklet yok. Ben anneannemin gazıyla yine okuyorum, birkaç gün sonra babaannem gördü bahçede:
“Ne yapıyorsun havuzun başında?
…
“Dua ediyorum babaanne.”“Ne duası?”
“Fatiha okuyorum, Allah bisiklet verecek de…”
“Kim öğretti sana bunu?”
“Anneannem.”
Babaannem merdivenden alt bahçeye doğru yürürken:
“Tövbe tövbe ‘el ham’ okumaya Allah bisiklet mi verirmiş? Batıl inanca bak.” dedi.
…
“Babaanne vermez mi?”“Oğlum inandın mı anneannene! Fatiha okumayla Allah bisiklet mi verir hiç?”
“Nasıl verir babaanne?”
“Üç Guluvallahi, bir Elham!”
“Babaanne bu Guluvallahi dediğin ne?”
“Kolay o, ben sana öğretirim.”
Oturduk hinnap ağacının dibine. … Ben duayı hemen öğrendim. Fakat sonuç değişmedi. Oku, oku bisiklet yok.
Birkaç gün sonra anneannem saçımı sıvazladı, yüzünde koca bir gülümseme.
“Vermiyor değil mi?”
“Vermiyor anneanne.”
“Şükret Allah’a vermiyor, bir verse ne yapardın.”
“Niye anneanne?”
Çünkü o dönem benim gözümde Allah, Zorro gibi. En umulmadık anda çıkar, fakir fukaraya yardımcı olur, garibanın elinden tutar. Zagor da öyle ama onun yüzü belli. Zorro’da maske var. Kim olduğu da net değil. Benim tadım biraz kaçtı.
Anneannem dizine oturttu beni, uzun uzun anlattı, emekten, çabalamadan bahsetti. Ben aklımda bisiklet olduğu için pek bir şey anlamadım.
Yıllar yılları kovaladı, bana çaktırmadan işbirliği yapıp duaları öğreten anneanne ve babaanneyi kaybettik.
Ben büyüdüm, bir gün kitapta Henry Ford’un oğlunun bıraktığı intihar mektubunu gördüm:
“Baba hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok. Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum…”
Gözümden şıpır şıpır yaşlar geldi. Anneanneyi o gün anladım. Sonra adım adım farkettim ki Zorro da neymiş, asıl kahramanlar anneanne ve babaanneymiş. Allah söylemek istediklerini bu tontonlar aracılığıyla söylemiş bana.
İyi ki hayal ettiklerinize bedavadan ulaşmıyorsunuz.
Lorem ipsum
Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı
Sevgi kültürümüz iyidir, ama zamanla iş, sevmekle aşırı korumayı karıştırmaya gelmiş. Dikkat edin yabancı çocuklara, otelde beş-altı yaşındaki Alman çocuk alır yemeği hapur hupur üstüne döke döke yer.
Bizim on yaşındaki Türk çocuğun yemeğini babası alır, anası yedirir, teyzesi de ağzını siler. Çocuk otuz beş yaşına gelir, hala ana, baba, teyze çocuğun peşinde yemek yedireceğiz diye koştururlar. Bu nasıl korumacılık, kollamacılıktır.
Kendi hayatını yaşayamayan insanlar çocuklarının hayatını yaşar.
Süpermen Türk olsaydı pelerinini kesin anası bağlardı.
Bir de uçarken arkasından bağırır:
“Varınca çaldır oğlum.”
Lorem ipsum
Son yorumlar