Beni etkileyen hikayelerin olduğu bu kişisel gelişim kitabında, yine Ahmet Şerif İZGÖREN’in bazı yazdıklarını sizinle paylaşacağım ve yorumlayacağım.
Alice Harikalar Diyarında
‘Alice Harikalar Diyarında’, bildiğimizin aksine bir çocuk kitabı değildir. Bir matematik profesörü ve aynı zamanda bir rahip olan yazar, bu kitabı dönemin İngiltere’sini eleştirmek için Lewis Carroll takma adıyla yazar. Kitabın başlarında Alice aşağıya düşer ve bir tavşanla karşılaşır. Önünde iki yol vardır, tavşana sorar:
“Hangi yoldan gideyim?”
Tavşan bugüne değin duyduğum en iyi cevaplardan birini verir:
“Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok.”
Tavşanın diğer yanında bir tavşan da ben olsaydım derdim ki:
“Aslında, nereye gideceğini bilmenden daha önemlisi, kim olduğunu bilmen. Kim olduğunu bilirsen, gideceğin yer değiştiğinde ortalıkta dımdızlak kalmazsın ve nereye gideceğini çok daha iyi belirlersin.”
Müslüman bir tavşanın bir rahibin yazdığı kitapta yer alma imkanı olmadığı için bu sahne gerçekleşmedi…
Bu hikaye benim de konuşmalarımda kullandığım bir anekdot. Biz maalesef yönümüzü gün içerisinde esen ve bizi oradan oraya sürükleyen olaylara doğru dönüyoruz. Bu sadece çevremdekiler için geçerli değil, ben de onlardan biriyim. Kafamda bir sürü iş fikri, bir sürü film/dizi/sinema senaryosu, çalmak istediğim çokça şarkı var ama sadece hayat rutininin beni yönlendirmesine izin veriyorum. Deliğin içinde hangi yoldan çıkarsam doğru taraf olacağını kestiremeden ilerliyorum.
Galiba bu kısır döngüden kurtulmak sadece cesurların işi olduğu için bu tip radikal kararları verip kendini gerçekleştirme yoluna gidenler oldukça az. Bu yüzden de konuşulurken “vay be, adama bak, işinden ayrılmış ve sevdiği şeyi yapıyor!” şeklinde söylemlerle anılıyor bu kişiler…
Tuğla
Genç ve başarılı bir iş adamı, lüks arabasıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola aniden çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavaşça geçerken hiçbir çocuk görmedi; fakat arabasının kapısına bir tuğla atıldığını fark etti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü. Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu park etmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı:
“Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?”
İyice sinirlenerek devam etti:
“Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya mal olacak. Bunu neden yaptın?”
Çocuk yalvararak cevap verdi:
“Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyorum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı.”
Park edilmiş arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
“Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için çok ağır.”
Bu durumdan son derece duygulanan iş adamı, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle çizik ve yaraları sildi ve gencin ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti. Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek:
“Teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun.” dedi.
Adam, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç iş adamı, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazen, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatılır… İster fısıltıyı ister tuğlayı dinleyin. Tercihi siz yapın…
Hayatı hızlı yaşıyoruz, kim ne derse desin. Aslında bu hızlı yaşama işi gelişen teknolojilerle mi geldi, yoksa insanların hayatı ıskalamama isteğinden dolayı mı emin değilim. Herkes, her şeyin içinde olmak istiyor. Ev alacaklara uygun oranlı kredi haberleri çıkar, çevrendeki biri ev alır, hemen düşünmeye başlarsın “ben de mi alsam” diye. Yakınındaki birisi arabasını yeniler. “Benim neyim eksik?! Ben de yenileyeceğim” deriz. Elimizdeki kaynakları o kadar hızlı ve düşünmeden harcıyoruz ki, bu hızlı hayata elimizdekiler yetişmiyor. Bu yüzden de günümüzü ve geleceğimizi ipotekliyoruz.
Bisiklet Hikayesi
Ortaokul son sınıftayım. Babam Çankırı’da görevli, subay lojmanlarında oturuyoruz. Tüm arkadaşlarımın bisikleti var, bir benim yok. Sınıfı da geçtik… Babama gittim.
“Bana bir bisiklet alır mısınız?” dedim.
“Çalış kendin al.” cevabını aldım.
“Nasıl?”
Beni aldı, Çankırı’nın göbeğinde herkesin gülüşüyle tanıdığı ‘Neşeli’ diye bir manav vardı, ona götürdü. Bir kasa limon aldı, bana verdi.
“Borcun şu kadar, bir ay sonra ödersin.” dedi.
Kişiliğe bak; biz bisiklet istiyoruz, babamız limon kasası alıp veriyor. Çok hırslandım ve sinirlendim. Ertesi gün çarşamba sabahı erkenden Çankırı pazarına gidip limon kasamı koydum ve satışa başladım. Lojmandan tanıdığım teyzeler geçiyor, arkadaşlarımın anneleri, kıpkırmızı oluyorum. Bir süre sonra olayı duyan arkadaşlarım tezgahın başına doluştular. Ayaklarda Nike’lar, Adidas ayakkabılar, havalı kotlar… Ben güneş altında limon satıyorum, karizma falan kalmadı.
“Oğlum çok zevkli.”
“Hadi yaa?”
Sonraki hafta arkadaşlarım ellerinde benim limonlardan onar tane alıp pazarda dolaşmaya başladılar. Bu arada ben rüyalarımda ve gündüzlerimde babama karakter atıyorum.
İki ay sonra biriktirdiğim paralarla babamın kitap okuduğu odaya girdim, parayı babamın masasının üzerine bıraktım.
“Git bana bisiklet al!” dedim ve çıktım.
Türk filmlerinden çalışılmış bir sahne. Nasıl gurur, nasıl gurur!.. Babam bana bal renkli, vitesli Polo marka harika bir bisiklet aldı. Yıllar sonra benim babamın önüne koyduğum parayla bırakın bisikleti, o bisikletin pedalını alamayacağımı fark ettim. Bana belli etmeden paranın ve çabanın değerini öğretmişti. Babasından aldığı harçlıklarla büyüyen bir çocuk olsaydım bugün sahip olduğum mücadele ruhunun çok ufak bir bölümüne bile ulaşamayacaktım. O günden sonra bir daha babamdan para istemedim.
Dinlediğimde çok duygulandığım bir hikayeydi bu. Babalar, bazen çocuklarına hissettirmeden çok güzel dersler veriyor. Belki de bunu yıllar sonra ben yaşayacağım…
Tıp Öğrencisi
Tıp öğrencisi Bursa’daki Bilge Kitabevi’nin raflarını karıştırırken aradığı kitabı bulduğuna sevindi. Kitabın arkasını çevirdiğinde gördüğü fiyat gülümsemesini dondurdu. Belli etmeden sayfaları hızla geçti, aradığı bölümü buldu. Kitabevinin sahiplerine gizlice baktı. İkisi dünyadan bihaber müşterilerle görüşüyorlardı. Öğretmeninin ödev verdiği yeri hızla okudu, bitirince dışarı çıktı.
Ertesi gün yine geldi ve kitabın olduğu bölmeye geçti. Allah’tan raflar kendisini gizliyordu, hızla sayfayı buldu ve okumaya başladı.
Öğrenci yaklaşık bir ay boyunca iki günde bir kitabevine gidip dersine çalıştı, iş yerinin iki sahibi hiç farkına varmadılar. Bitirme sınavına bir hafta kala kitapçıya yine hayalet gibi sessizce süzüldü. Kitabın olduğu rafa geldiğinde kitabı bulamadı. Alt rafa, üst rafa baktı, bulamadı. Genç öğrencinin rengi attı. Belli etmeden tüm rafları inceledi. Kitap satılmıştı. Buz gibi bir renkle orayı terk ederken bir aydır ilk defa kitapçının iki sevimli sahibiyle göz göze geldi.
“Merhaba” dediler.
“Merhaba…”
“Oturmaz mısınız?”
Öğrenci sessizce kendisine gösterilen tabureye oturdu. Kitapçı tezgahın altına uzandı. Genç öğrencinin korku dolu bakışları altında kitabı çıkardı.
“Geçenlerde biri geldi ve fiyatını sordu; alacak gibi göründü. Ben de raftan indirdim ve senin için sakladım. Buradan alıp okuyabilirsin.” dedi.
Genç öğrenci, doktor çıktıktan sonra da Vural ve Mustafa Bey’i hiç unutmadı, fakir hastalarından hiç ücret almadı.
Bu ve buna benzer bir çok hikaye vardır hayatta. Bunları gerçekleştiren de bizim insanımızdır. Biz bunları Hollywood filmlerinde veya ufak video kliplerde izlediğimizde deriz ki “Avrupa’da insanlık var” diye ama asıl insanlık her yerde ve hatta dibine kadar bizim topraklarımızda…
KFC
Emekli olan Sanders bütün parasıyla, eşiyle beraber yol kenarında bir lokanta açar. Kendine özel bir yemek tarifi vardır. Bir süre sonra hükümet yeni bir anayol yapar, herkes bu yolu kullandığı için artık lokantalarına kimse gelmez olur. İflas etmek üzeredirler. Sanders eşine:
“Madem elimizde yemek tarifinden başka bir şey yok, ben lokanta lokanta gezeyim. Eğer olur da birileri bu tarifi beğenirse, sattıkları her yemek için bir miktar para öderler.” der.
Eşi de destek olur. Sanders lokanta lokanta gezmeye başlar, gittiği her lokantayı da günlüğüne yazar. Bininci lokantaya gittiğinde hala olumlu tek bir cevap yoktur. Devam eder. 1019. lokantadaki adam:
“Pişir bir tadına bakalım.” der.
Yemeği beğenir ve ortak işe başlarlar.
Sanders, Kentucky Fried Chicken logosunda gördüğünüz, keçi sakallı, gözlüklü adamdır.
Bu hikaye, Edison’un lambasının ticarette hayat bulmuş halidir. Benzersiz değil ama vazgeçmemeyle alakalı doğru bir bakış açısı sunuyor…
Termometre ve Termostat
Steve Goodier, “Termostat ve termometre arasında bir fark vardır.” der.
“Termometre sıcaklık ölçer; ama yaptığı ölçü ile ilgili hiçbir şey yapmaz. Oysa termostat sıcaklığı ölçmekle kalmaz, ona göre tepki verir; sıcaklık yüksekse ısıtma işlemine son verir; sıcaklık düşükse ısıtma işlemini yeniden başlatır. Termometre edilgin, termostat ise etkin bir aygıttır. İkisinin de konusunun sıcak olmasına karşın, sıcaklık karşısında yalnızca termostat tepki verir.”
Kimi kişiler termometre gibidirler; kendilerine zarar verecek şeylere bile karışmazlar. Karşılaştıkları sorun ve zorlukları fark etmenin ötesinde bir şey yapmazlar, bir çözüm yolu bulmaya çalışmazlar, yaşamı yalnızca seyrederler. Kendilerini her zaman güçsüz hissederler.
Kimi kişiler ise termostat gibidirler; onlar güçlüklerle karşılaşır karşılaşmaz harekete geçerler. Daima bir çözüm yolunun bulunduğuna inanırlar. Tepki gösterir, kararlar alır, harekete geçerler.
Siz hangisisiniz acaba termometre mi, termostat mı?
Açıkçası ben termostat olduğumu düşünüyorum. Hayatın birçok zamanında farklı zorluklar çıktı ama ben elimden geleni yaptım. Tabii ki burada yeterli olduğu da oldu, yetersiz olduğu da. Ama denemekten vazgeçmemek lazım.
Yurt Sevgisi
Ben bu satırları yazarken memur sendikaları ayaklandılar. Görüşmeler, grev tehditleri ve yakında seçim derken tüm memurlara 100 milyon zam yapıldı. Bu zammın üç ay içinde bütçeye getireceği yük 400 trilyon liraymış! Aynı esnada ekonomik kriz yüzünden yüz binlerce insan özel sektörde işten çıkarılmış durumda. 1996-2000 yılları arasında, dört yıl içinde, 600.000 insan devlette işe alınmış.
İkinci Dünya Savaşı sırasında rahmetli İsmet İnönü:
“Zor durumdayız, herkes nikah yüzüklerini versin.” der.
İnsanların durumu bu güne göre onlarca defa daha kötü; insanlar mısır saplarının öğütülmesinden yapılmış ekmekleri karneyle alabiliyorlar, şeker yok, un yok… Koca bir ülke… Herkes çıkarır nikah yüzüğünü, ülkesi için verir.
Bugün deseler ki ülke batıyor (ki batıyor) şu aldığınız zammın yarısını verir misiniz? Hiç kimse vermez.
Çünkü yurdumuzu artık sevmiyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında kaçan 30.000 askerin olduğunu öğrendiğinde şunu söylemişti: “Eee, Anadolu’yu yüzlerce yıl yalnız canına, malına ihtiyacın olduğu zaman hatırlarsan, onun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen, sonuç böyle olur…”. Bu öyküyle ilgili alakasız bir anekdot olarak görülebilir ancak benim düşüncem, insanların vatanlarından çok kendilerini düşünme sebebinin işte tam da bu yüzden olduğu. İnsanlar bireyselleştikçe, ekonomik sorunlarla boğuşmaya itildikçe ve daha doğrusu önemsizleştirildikçe yurdunu asla ilk sıraya koymayacaktır.
Kısa Bir Alıntı
Afrika’da bir nehrin bir tarafı Gambiya, bir tarafı Senegal. Gambiya, İngiliz sömürgesi, Senegal ise Fransız. Bunlar aynı dili konuşan bir kabileymiş. Artık birbirleriyle konuşamıyorlar.”
Oktay SİNANOĞLU (Bye-Bye Türkçe)
Kelimeler
Kelimeleri seçerken bile olumluyu seçme şansınız var. Ne kadar az “ama”, “fakat” kullanırsanız o kadar iyi. Fark ettiğim ilginç bir şey var. Biz şehitlerimizin arkasından ne deriz? Veya şehitliklere ne yazarız?
“Sizi Asla Unutmayacağız!”
Batı’da:
“Sizi Daima Hatırlayacağız!” diyorlar. “Daima Hatırlamak”, “Asla Unutmamak”tan daha iyi değil mi?
Bence çok güzel bir söylem bu. Hatırlamak…
Son yorumlar